31 Ocak 2016 Pazar

NOKTA.

Kim var orada? 

Karanlıktan bir el ona doğru uzanmıştı.

- Kimsin? 

Korkmuş, sesi iyice alçalmıştı. Yanında uyuyan kızını da uyandırıp korkutmak da istemiyordu ama gözüne değen gözler hiç yabancı değildi.

- Recep?!?!? 

Karnının üstünde dolaşan eli hissedince sesi iyice kısıldı, gözleri kocaman açıldı. Zifiri karanlıkta kendine doğru bakan gözlere takılmıştı gözleri; ikisinin de gözünde korku... Karnının üzerindeki el yavaşça geri çekilirken, o kara gözler de giderek uzaklaşıp ağaç evden aşağı inerek kaybolmuştu ama Nokta, gözlerini karanlığa dikip öylece kalakalmıştı.

- Kimsin sen? Gerçekten Recep miydin? Sensen, yapabilecek miydin bunu bana? Ne idi bu? Bir uyarı mı? Bir sonraki gece beni bekleyecek olan ne idi? Ben senin ağabeyinin emaneti değil miydim? Eğer başkası ise, Karabaş, neden havlamadı? .... 

Kafasında onlarca sorularla gözlerini bir daha hiç kapatamadı o gece. Yanında yatan kızına baktı, usulca saçlarını okşadı. Kocası gittiğinden beri yatmak için buraya, bu küçücük, buz gibi ağaç evde yaşamak zorunda bırakılmıştı. Zayıflıktan tüm kemikleri sayılabilirdi. Yemek yemesine izin vermezdi kaynanası. Nedense sevememişti onu. Gerçi kimi sevmişti ki bu zamana kadar?

Sevmeyi başaramadan ölüp gidecek yazık, diye geçirdi içinden. Sonra kimin için üzüldüğünü fark edince kızdı kendine. 

Etrafındaki komşuları,

- Bir gün baltayı kafasına indir bu kadının. Ölsün gitsin,sen de kurtul işte… derdi.

Gerçekten yapabilir miydi bunu? Birden başını iki yana salladı. 

- Kendine gel, neler geçiriyorsun aklından… Şeytan çekil git başımdan, musallat olma bana daha fazla, veremeyeceğimhesaplara itme beni.. dedi ellerini başının üstünde sallayarak.

- Buradaki son gecem olsun bu artık, Bundan sonrası yok benim için, ne bu evde ne bu köyde... ve içinden yemin etti kendine, "Bu gece sabah olur da tekrar üzerime gece diye gelirse, ben de..." 

Şimdiye kadar olan her şeye katlanmamış mıydı? Bu son olanı ya da yarın başına geleceği de kaldırabilecek miydi? 

Bir şeyler yapmalıydı artık. Bu mutsuzlukla dolu hayatının dümenini eline almalıydı artık. Annesini ve ablasını çok özlemişti. Acabadönse annesinin yanına, kucak acarlar mıydı kendisine? 

Yattığı yerden usulca aşağıya indi, gece soğuk ve karanlıktı. Acaba içindeki karanlık mı yoksa gecenin karanlığı mı daha zifiri idikarar veremedi..
  
Annesi, adını Nükte koymak istemişti aslında; hoş konuşan, esprili,tavrı ile zarif bir kadın olmasını istemişti sadece. Ama nüfus memuru yapacağını yapmış, kendince ismi düzenlemiş ve kayıtlara Nokta diye kaydetmişti. 

İzin verilse, hoş konuşan bir kadındı Nokta, ancak hep en geride kalmak zorunda bırakılan, çoğu zaman unutulan, konuşurken hiç hatırlanmayan, görülen ancak önemsenmeyen bir kadın olabilmişti şimdiye kadar.

Evlendirildiğinde 15 yaşındaydı. Köyünden çok uzakta başka bir köye gelin gönderilmişti. Kocasını gerdek geçesine kadar hiç görmemişti.Ailesinden uzak, bu köyün en büyük evinde, kendi çeyiziyle süslenmiş o yatak odasında kocasını beklerken, "kaçsam şu hafif aralık pencereden?" diye çok düşündü ama nereye gidecekti, ne yolu biliyordu, ne de tanıdık biri kalmıştı yanında. Küçücüktü, korkuyordu, yapayalnız ve çaresiz hissetmişti, dışarıda halay sesleri ile silah sesleri göğü inletirken. Oysa küçük şeylerden mutlu olmasını bilirdi. Yüzü hep güleçti, çalışmaktan yorulmazdı. Ama o anda küçük omuzları titriyor, mavi gözleri kocaman olmuş, kapının açılması ile içeri girecek adamı beklemişti korkuyla…

Kocasını gerçekten sevmiş miydi? Emin olamadı bir an. Daha önce hiç düşünmemişti ki bunu. 3 çocuğu olmuştu. En küçüğüne hamileyken kocasını askere yollamıştı. Yıllarca süren ve sonunun ne olacağı belli olmayan bir askerlik idi. Kaynanası, bekar kaynı ve çocukları ile kalmıştı bu köyde. Gittikçe büyüyen kara bir delik içinde ruhsuz yaşadı. Hele ki kocası askerdeyken, daha büyük karanlıklara gömülmüştü. 2 senedir kocasından herhangi bir haber alamamıştı. Gerçi şehit olsa haber verilirmiş, öyle derdi köyün ileri gelenleri. 

Köyde birileri ile arkadaşlık etmeyi bırakın konuşması bile yasaktı. Gördüklerinde sağlam bir dayak yerdi. Son zamanlarda ağlamazdı da. Belki de ömrünce kullanması gereken gözyaşlarını bu 5 senede tüketmişti de ondan. Kaynanasının elindeki kızılcık sopası, çocuklarının gözü önünde sırtını haşladıkça o gözlerini sabitleyerek içindeki kara delikte kaybolurdu, daha da derinlere girerdi. Kocasından da defalarca dayak yemişti ama hiç olmaz ise o ortada dövmezdi onu, her seferinde bir odaya çekmişti...

Çocuklarını geride bırakmanın derin hüznü içinde kaybolmakta iken, bir yandan da özgürlüğe attığı adımların yeşerttiği umutlar sarıyordu sarmasına da, nereye gideceğini bilemiyordu aslında. Geçmediği yollardan geçiyordu, üşüyordu. Üzerinde her tarafı yamalanmış, sırtına yediği sopalarla incelmiş, bir tül halini almış elbisesi, ayağında da her tarafından delinmiş kara lastikleri vardı. Başında solmuş yemenisinden kızıl, dağınık, gür saçları sallanıyordu, hızlı adımlarla köyden uzaklaşırken. Bir tarafı aydınlık, diğer tarafı karanlıktı...

Cebinde hiç parası yoktu, evlenirken annesinin gizlice verdiği çeyrek altını saklayabilmişti sadece. Denize doğru yürümeliydi, gün doğumunu arkasına alıp denize doğru... Denizi gördüğünde onu soluna alıp yola devam etmeliydi. Tek bildiği doğru buydu şu anda ama güvendiği garip bir umut yeşeriyordu içinde yürüdükçe, yüzünü her şeye rağmen aydınlatan, çelimsiz bedenine güç veren.


--------------------------------------------------------------------------------------------------





Hiç yorum yok: